15 Mayıs 2012 Salı

Eski Türk Filmleri, Biraz da Vesikalı Yarim



Hepimiz eski Yeşilçam filmlerini severiz. En cool takılanımızın bile illa ki beğenip ayrı bir köşeye koyduğu bir tane vardır. Gerçek hayattan alabildiğine uzak diyalogları, hızlı gelişen olay örgüleri, fazlasıyla abartı oyunculuklarıyla sık sık dalga geçmişliğimiz var. Ancak bu filmleri bir janra ait olarak düşünürsek ve o zamanlar çekilen filmlerin gerçek hayattan uzak, hala tiyatronun etkisinden çıkamamış yapımlar olduğunu da kabul edersek, eleştirmekte pek de haklı olmadığımızı görebiliriz. Tabi Türk sineması Hollywood'u geriden takip ediyordu. Hollywood bu yukarda bahsettiğim türde filmleri çekmeyi 60larda yavaş yavaş bıraktı, 70lerde Godfather, Taxi Driver ya da Star Wars gibi filmler çıkardı. Biz ise bu dönem yukarda sıraladığımız türde filmleri çekmeye tam gaz devam ediyorduk.



İyi film çıkmadı mı? Tabi ki sürüyle şahane film de çekildi bu memlekette. Ancak yine de ben o zamanları biraz "kayıp" olarak niteliyorum. O kadar çok film çekilirken pek azının gerçek anlamda "film" olması yazık. Harcanan kaynakların pek çoğu aslında birbirinin neredeyse aynı filmlere harcanmış. Dikkat edersek bu filmlerin çok azında o zamanlar nasıl yaşadığımıza dair izler var, dış mekan çekimleri kısıtlı, çok dramatize karakterler olduğundan gerçek insanımızın nasıl olduğuna dair pek bir emare yok.



Başlıktaki filmi de diğerlerinden ayıran bu oldu aslında ve en sevdiğim Türk filmi olarak yerini uzun süredir koruyor. 

Yönetmen koltuğunda Lütfi Akad'ın oturduğu film, 1968 yapımı. Senaryosu ise Safa Önal'a ait. Senaryonun yazımına ilham verense Sait Faik'in Menekşeli Vadi adlı öyküsüdür. Öncelikle benim bayıldığım gibi siyah beyaz. Bir de iki büyük isim başrolleri paylaşıyor, Türkan Şoray ve İzzet Günay. Buna rağmen pek tanınmayan bir film olması ve tavsiye ettiğim kişilerin hiç birinin izlememiş olması şaşırtıcı, biraz da o yüzden uzun zamandır planladığım bu yazıyı yazıyorum.



Konusu ilk etapta klişe görünse de filmi aslen benzerlerinden ayıran gidişatından çok vurucu diyaloglar ve tabi ki Lütfi Akad'ın hünerli çekimleri. Konudan bahsettikten sonra bu kısma tekrar değineceğim.

İlk olarak Halil'le (İzzet Günay) tanışırız. Fakir bir mahallede manavlık yapmaktadır. Belki de tek eğlencesi ara sıra arkadaşlarıyla meyhaneye gitmektir. Halil muhafazakar bir ailede yetişmiştir ve evli ve çocukludur.

Yine arkadaşlarıyla meyhaneye gittiği bir günde başlar hikaye. Buradaki uzun diyaloglar o kadar gerçekçi ve o dönem filmlerinde görmeye alıştığımızdan farklıdır ki bence film daha bu sahneden kalitesini kanıtlamıştır. Halil'in karakterine dair ipuçları da alırız. Arkadaşlarından daha farklıdır, oraya sadece içmeye gelmiş gibidir, muhabbetin kötü yönlere çekilmesini pek hoş karşılamaz. Nitekim planlarda bir değişiklik olur, arkadaşları başka bir mekana uzanırken, Halil biraz daha demlenip, eve dönmekte karar kılmıştır.

Geri planda sürekli devam eden Türk Sanat Musikisi bir anda susar, meyhanedekilerin gürültüsü, hatta evrendeki tüm sesler de. Sabiha (Türkan Şoray) elinde sigarasıyla gelir ve filmin meşhur repliklerinden birini söyler, "Yakar mısın?"



Üst paragrafta bahsettiğim sahne bence Türk filmleri içindeki en güzel tanışma ve aşık olma sahnesi. Bunun ardından Halil ve Sabiha bir süre muhabbet ederler, ancak biz ilk bakıştan anlarız ki ikisi de birbirinden etkilenmiştir.

Bundan sonrası ise Halil ve Sabiha'nın trajik öyküsü. Evet bu film bir melodram ve dediğim gibi türün klişelerine rastlıyoruz. Ancak sırf bu yüzden filme mesafeli yaklaşmak haksızlık olur çünkü o kadar dolu dolu bir film ve tahmin edilebilen olayları o dönem için öyle alışılmadık yöntemlerle anlatıyor ki sevmemek benim adıma imkansızdı. Üstelik melodram sevmeyen biriyim.

Öncelikle diyaloglar dedik. Yeşilçam filmlerinde aşk genelde nasıl anlatılır bir hatırlayalım. İki genç bazen ilk görüşte aşık olurlar bazense kavga onları aşka taşır. Aşıkların ne de güzel aşık olduğu, birlikte ne mutlu olup, ne de güzel vakit geçirdiklerini kanıtlamak için hemen pamuk şekeri yiyen, sahilde el ele yürüyen ya da sinemada mutlu mesut film izleyen hallerini görürüz. Bir de olmazsa olmaz, aşıklar bir tepeye çıkar ve orda ağaca yaslanmış otururken birbirlerine aşklarını ifade ederler. Bu konuşmalar genelde şuna benzer "Senlen yeniden doğduğumu hissediyorum. Saadeti sende buldum." vb.



Bu filmde de arada böyle sahnelere rastlamıyor muyuz? Tabi ki rastlıyoruz. Ancak bunun dışında kalan pek çok sahne de var. Mesela, ilişkinin gerçek olduğunu hissediyoruz. Halil Sabiha'nın evine kalmaya geliyor. Sabiha geceliğiyle dolaşıyor, ev işleriyle ilgileniyor bazen. Beraber içki içiyorlar. Buna benzer pek çok sahne ikilinin sosyalliğin dibine vurup, ağaçlar arasında koşturarak değil, evde, kendi hallerinde ve gerçek bir ilişki yaşadıklarını anlatıyor. Marketten alışveriş yapıp mutfak dolaplarına aldıklarını yerleştirdikleri bir sahne vardır mesela. Sabiha o sırada Halil'e "Şimdi eve benziyor burası." der. Sabiha, Halil gelene dek yalnız yaşadığı bu yeri ev olarak görmemiştir ve bu itiraf aynı zamanda içten bir aşk itirafıdır.

Bu ve benzeri pek çok diyalogla süslü film aynı zamanda Şükran Ay'ın sesinden güzel şarkılarla anlatır hikayesini. Başta da bahsettiğim bir diğer güzelliği ise dış mekan çekimleridir. Bu çekimlerde gerçek İstanbul'u görürüz. Siyah beyaz görüntü, Lütfi Akad'ın kadrajları ve o dönemin İstanbul'u derken film daha da izlenir hal olur. Şehir efsanesi mi bilemem ama söylenene göre Akad bir sahnede arkadan vapur geçmesini istiyordur ve bu yüzden Kaptanı ayarlar. O dönemin alelacele çekilen filmlerinde pek rastlanmayan bir özen, evet. Gecekondu mahallelerine kadar görürüz filmde.



Mesela o dönem muhafazakar bir aile nasıl olur, İstanbul'un gece hayatı ne alemdedir veya arkadaşlar aralarında ne konuşur gibi başka filmlerde pek kolay rastlayamayacağımız detaylar da filmde kendine yer bulur.

Bu ve tüm diğer detayları, gerçekçi olay örgüsü ile Vesikalı Yarim, herkesin şans vermesi gereken bir klasik, şahsen ben defalarca izledim, size de tavsiye ederim.

Not: Bu yazıyı aslında geçen yıl yazıp, taslaklara atmışım. Gecenin bir yarısı bulup, fotoları ekleyip, paylaşmak istedim ve blogumun üzerindeki örümcek ağını az da olsa temizlemiş oldum.

22 Kasım 2011 Salı

son zamanlarda

...sürekli grip olayazıyor, olamıyorum. olmayayım da zaten ama oladayazmayayım.
...evde daha az zaman geçiriyorum, twitterda daha az takılıyorum.
...sürücü kursuna gidiyorum ama dersler sıkıcı, uyukluyorum.
...arkadaşlarımla daha çok takılıyorum. dışarı çıkınca sigara içenler yüzünden içeri oturamıyorsak yeşilaycı triplere giriyorum. bi neoldumdelisicilik. bu arada 6 ay doldu.
...daha çok film izleyesim var.
...yeni bir mekan göresim var.
...seyahate çıkasım var.
...beyaz ekmeği kestim. gibi.
...üst katta ikamet eden çok sevgili ayılar ailesinin tüm üyelerinin ağzına gelişine kürekle vurasım var.
...delice dans edesim var. uzun zaman oldu. (bu arada benim dansım genelde şebek hareketler yapmaktan ibaret. neyse ki arkadaşlarım da benim gibi de rahatça eğleniyorum. ama tiki kızlar falan triplere giriyor ya, bayılıyorum ona.)
...öğretmenler günü heyecanına kapıldım, bahalım o günkü sınıfım napicek? şaka şaka, ne heyecanlanıcam, artık kaşarlandım.
...bu kez de 62 yaşında bir öğrencim var. bakalım bu yaştan sonra ingilizce'yi sökecek mi?
...ucuz masajcı bulup, kendimi yoğurtasım var:) yaşlandım mı nedir? sürekli bir masaj ihtiyacı. arkadaşlara yaptır yaptır nereye kadar?
...burayı günlük gibi kullanasım var ki kullanıyorum zaten.
...gelecek yaza büyük planlarım var. bu yüzden haziran'da işi bırakasım var.
...ne zamandır delmediğim dvd yasağımı delesim var. dün 2 tane aldım bile. biri beni durdurmalı.
...çok açık sözlüyüm. bu huyumu seviyorum. her şeyi içine atıp kurdeşen dökenler düşünsün. ben rahatsızlığımı anında ifade edebilen halimle mutluyum. karşımda da öyle insanlar görmek isterim.
...sigarayı bıraktım diye artizlik yapıyorum ama bir kaç gündür canım çekiyor nedense. ama o isteği dinlememeye kararlıyım.

...yazıyı dan diye bitiresim var.

17 Kasım 2011 Perşembe

saçmalamaç

Grip sezonunu açtım yine. Hep annem geleceği zaman hastalanmam da garip. Anne eli değince hemen iyileşiyorum:)

Şu aralar mesleğimden sıkıldım sanırım. Bunaldım. Haziran'da bıraksam mı? Ama iş ortamımı çok seviyorum, iş arkadaşlarımı çok seviyorum. Bıraksam ne yaparım ki zaten? Bir ton soru var aklımda, yaşam koçu istiyorum! Dalga geçerdim gereksiz meslek diye meğer lazım olurmuş:P

Sigarayı bırakmak kilo aldırıyor. Evet. Şimdi vermek gerek. Gün yan gelip yatma günü değil. (Bunu saat 12ye gelirken pasta yiyen Kimbap söylüyor)

Uzun zamandır, çoook uzun zamandır konsere gitmediğimi fark ettim. Canlı müzik yapan mekanları hesaba katmazsak tabi. Üniversitede ne çok gidermişiz. İzmir'e birileri gelsin ulan!

Uzun zamandır kitap da okuyamıyorum. Bu huyumdan resmen nefret ediyorum. Nerde eski ben?

Bu arada blog rekoruna gittiğimi biliyor muydunuz? Bir uzak doğu magazin blogumuz eksikti, artık oldu. Burdan duyurmamıştık, duyurmuş olduk. Tıklayınız.

Saatlerce bilgisayar başında oturuyor ve aslında hiç bir şey yapmıyorum. Bu garip ve sinir bozucu.

Bazen sigarayı özlüyorum. Evet lan özlüyorum işte.

Hani ben spora başlıcaktım lan?

Bu yazı da böyle saçma bir yerde bitsin. Bitti.




27 Ekim 2011 Perşembe

Sigarayı Bırakmak

Başlık herşeyi anlatıyor ama kaçmayın hemen, bir durun dinleyin. Söz yazıyı sıkıcı ve basmakalıp ifadelerle doldurmayacağım. Uslu uslu sigarayı bırakma maceramı anlatacağım.

Böyle durumlarda hikayenin başına dönmeye bayılırız, malum. O halde ben de akıllara durgunluk veren sigaraya başlama hikayemi anlatmalıyım.

İlkokulda sigaradan nefret ederdim. Aslında sigaradan nefret etme sebebim kokusu, insanlara verdiği zararlar gibi genel sebeplerden ziyade kişiseldi. Babamın sigara içmesinden nefret ederdim ben. Babam Marlboro içerdi. Evde devasa bir stok vardı. Salon sehpasının üzerinde hep bir kaç paket olurdu. Bunun dışında bir dolabın üstü de kartonlarla doluydu. İlerleyen yıllarda benim için bir hazineye dönecek bu stoğa o zamanlar iğrenerek bakardım.

Sonra şu an en hafif tabiriyle "malca" bir eyleme giriştim. Çocukken salaktım biraz ben, yani başka açıklama bulamıyorum. Boş vakit buldukça, bizimkiler de piyasada yokken babamın paketlerini alıp, sigaraları kırıp kırıp camdan atmaya başladım. Boş boş kırınca bahçede dikkat çekeceğini anladım ve biraz da sıkıntıdan uçlarını yakmaya başladım. Bir seferinde ucunu yaktıklarımdan birini meraktan ağzıma götürdüm, dumanı muhtemelen ağzımda tutup, acemice dışarı üfledim. İlk deneyimim buydu ve hafızam yanıltmıyorsa ilkokul 4 ya da en fazla 5. sınıftaydım.

Sonrasında bu saçma eylemden vazgeçtim tabi. Ancak sigaranın tadını unutmamış olacağım ki ortaokula devam ederken arada sırada, evde kimse yokken sigara içmeye başladım. Tabi ki bu ayda bir falan oluyordu ve içime çekmiyordum.

Zamanla kuzenimin ve ablamın da benim gibi olduğunu öğrendim ve biz annemler yokken birer tane içmeyi alışkanlık haline getirdik. Arada içimize çekmeyi de öğrendik. Lise 1'de ablamla oturup ilk kez bir sigarayı baştan sona içimize çekerek içtik, ilk denemede hepsini içe çekince feci kafa yapıyor, benden söylemesi.

Lise 1'i bitirdiğimde artık paket taşımaya başladım. Okulda öğlen aralarında içmeye başladık. Akşam evde ablamla nöbetleşe balkona çıkmaya başladık. Sigara içebilmek için sürekli dışarda takılırdık. Üniversitede ise aileden ayrı eve çıkınca zaten iyice içer olduk. Okulda serbest, evde serbest derken tam anlamıyla tiryaki olmuştuk.

Bu saatten sonra, istediğin her an da sigara içebiliyorsan, geri dönülmez bir yola giriyorsun ve iş bir kat daha zorlaşıyor. Kahvenin yanında sigara arıyorsun, alkolle beraber normalin iki katı içiyorsun, bazen yemeği sırf sonunda sigara var diye yiyorsun. Bilgisayarda takılırken o yanda hep yanıyor. Sabah sinirini onun alacağını sanıyorsun. Moralin bozuksa yakıyorsun, mutluysan yakıyorsun, yalnızsan yakıyorsun, kalabalıkken yakıyorsun, canın sıkılınca yine yakıyorsun. Her şey sigarayla bağlantılı hale geliyor. Yeni tanıştığın insanlar da kullanıyorsa iki kat sempati besliyorsun.

Sigarayı bırakmayı istemiyordum da aslında, hatta aklımdan bile geçmiyordu. Doktor bir gün çok da hayati olmayan bir sebepten bırakmamı tavsiye etti. Daha bir gece önce hamile kalmadıkça bırakmayacağını söyleyen ben, doktordan çıkınca pakedi attım ve denemeye karar verdim.

İşime yarayanlar ne oldu ve nasıl başardım, aslında yazının amacı bu.

İlk olarak en etkili yöntem alışkanlıkları kesinlikle değiştirmemek. Ben sigara içen arkadaşlarımla sigara aralarına çıkmaya devam ettim, tek fark elimde sigaranın olmamasıydı. Sanırım o ortamdan soyutlanmamam etkili oldu.

Bir gün tekrar başlayacağıma çok emindim. Olayı hep bir deneme süresi olarak gördüm. Sanırım sigarayı tamamen hayatımdan çıkarmadığım fikri de bilinçaltımda bir rahatlama sağladı. Bu sayede devam ettim.

İlk zamanlarda kendimi sıkça denedim. Önce kahveyi, çayı sigarasız tükettim. Tiryakilerin kendi aralarında efsaneleştirdiği gibi "ONLAR AYRILAMAZ!" gibi bir durum yoktu. Kahve sigarasız da keyifle içilebiliyordu.

İkinci zorluk alkol denemesiydi. Alkol bana normalin de üzerinde sigara içirir, birini söndürdüğüm anda yenisini yakmak isterim. Arkadaşlarımla çıktık. Herkes yanımda sigara içerken ben biramı onsuz yudumluyordum. Yanımdakilerden istesem de vermediler. Arkadaş faktörü önemli. Köstek olmaya çalışanlar, "Sigara bırakılır mı? Saçma" deyip, ikram etmeye kalkanlar da oldu, evet ama çoğu destek oldu ve çevresindeki neredeyse herkes sigara içen biri olduğumdan çok makbule geçti.

Sigaradan kopmanın en zor olduğu anlardan biri ise gergin ve sinirli olunan anlar. Sigaranın en çok o anlarda delice istendiğini ancak bırakınca fark ettim. Bırakalı daha bir hafta olmuştu ama ben delice istiyordum. Yine arkadaşlarımın desteğiyle içmeden atlattım.

Şimdi kritik noktalardan birine daha geliyoruz. Sigarayı bırakmak düşündüğünüzden daha kolay ama tamamen de kolay değil. Arada tabi ki canınız çekecek. O durumlarda krizi atlatmak önemli. Bir kaç dakika dayanınca emin olun geçiyor. Kesinlikle saatlerce süren bir durum olmuyor. Bu sadece ben değil, bırakan diğer arkadaşlarımın da şaşırarak fark ettiği bir şey oldu. Bir sakızla, çiğdemle, çikolatayla geçiştirince (bir şey yemek zorunda değilsiniz, kafa dağıtacak bir şey de yapabilirsiniz) kısa zaman sonra isteğin yok olduğunu göreceksiniz.

En önemlisi de her bırakanın dediği ama zamanında inanmadığım şey. Sigarayı bırakmak gerçekten sandığınızdan daha kolay. Bırakan herkes şaşırarak "Ben bunu mu bırakamamışım?" diyor. Gerçekten de başlarda yoklayan bir kaç can çekmesini atlattığınızda sigarasızlık hayatınızı kökten değiştiren bir şey değil. "Ben sigara içmeye bayılıyorum, asla bırakamam, o hayatımın parçası." laflarına sarılmayın çünkü ben de aynılarını diyordum. Bırakınca komik bir şekilde abarttığımı görmüş oldum.

Ardımdan 4 kişi daha bıraktı, bu da kendimi ilah gibi hissetmeme yetti. İçlerinde günde 3 paket içen biri de var. Evet, ilk bıraktığımda bana "Salak mısın?" demişti, şimdi ay oldu ağzına sürmedi ve "Neden daha önce yapmamışız?" demeye başladı.

Yazının çok Yeşilay koktuğunun, belki de didaktik bir hava aldığının farkındayım ancak amacım sadece yol göstermek. Şu da bilinmeli ki ben sigara içmeyi hala seviyorum. Sigara içmek babamın (ki kendisi de 3 yıl önce bıraktı) deyişiyle içimizde bir yerlerde uyuyan bir alışkanlık, ne zaman geri döneceği belli olmaz. Bırakınca artık bir daha ağzınıza sürmeyecek kadar uzaklaşabilirsiniz, bir ihtimal hala bayıldığınız anda uzak da durabilirsiniz. Ancak şunu bilin ki sigara içmek tiryakilik veya alışkanlıktan öte, bir zaaf ve bu zaafı yenemeyenler başka bahanelere sarılmamalı. İki gün içmemeyi deneyin, ağzınızdan köpükler çıkmadığını siz de göreceksiniz.

Umarım çok baymadım. Böyle işte. Düşünen varsa umarım okumuştur ve faydası olur. İçmeyenlerse hayatta bulaşmasın.

5 ay 1 haftadır sigara içmeyen bir dost

15 Eylül 2011 Perşembe

Bir şeyler işte...

3 aydır yoktum buralarda, aslında dün bir şeyler karaladım ama kaydete tıkladığım halde-ki zaten gerek yok otomatik olarak kaydeder normalde- uçtu gitti. Eğlenceli bir yazıydı ki aslında boktan bir ruh hali içindeyim. Uzun zamandır huzurumu sağlamış haldeydim son zamanlarda canımı sıkan çok şey oldu.

Son zamanlarda hayat bana bir kaç yeni şey öğretti. Bunlardan ilki kimseye güvenmemek gerektiği. Bunu yeni öğrenmedim gerçi, sadece pekiştirdim.

Kendi hayatımla ilgili detaylardan çok başkalarına değineceğim aşağıda. Zira bazen kendimden çok başkaları için üzülen biri olabiliyorum, bu üzüntülerim esnasında ne mi öğrendim?

İkinci öğrendiğim şey aslında genel olarak doğru kabul edilen "Gerçekten istersen başarırsın." klişesinin kocaman bir yalan olduğuydu, hayat adil olmanın kıyısından bile geçmiyor.

Bir arkadaşım Yüksek Lisans'a başvurdu. Geleceğini ona bağlamış resmen ve gireceğinden hem o hem biz %100 emindik. Adam inanılmaz donanımlı, 3 dili anadili gibi konuşuyor hatta bir kaç tane de giriş seviyesinde konuşabildiği dil var. Çalışkan, eğlenceli ve zeki. Ancak kabul edilmedi, torpil yine işledi zira girebilenlerden hiçbirinin über zeka olmadığına eminim.

Uzun süredir çocuğu olsun diye doktor doktor dolaşan bir arkadaşım en sonunda çok pahalı bir yöntemi denedi. Bu yöntem kolay kolay karar verilecek bir yöntem değil, her insan kabul etmez. Bunun sonucunda ise yine çocuğu olamayacağını gördü.

Hayatı bir türlü düzene girmeyen bir arkadaşımın annesi bugün kalp krizi geçirdi....

Tüm bunlardan çıkardığım sonucu yukarda yazdım.

Bir kaç ay önce birini görmüştüm. Tek başına, tekerlekli sandalyede otobüs bekleyen bir adam. Kimbilir etrafına bakarken ne hayaller kuruyor, sağlıklı olmak, dimdik durmak, ailesi ve çocuklarına kol kanat germek istiyor. Belki de dünyanın en kötü yürekli, iğrenç insanı. Ancak yırtık ayakkabılarını görünce dedim ki dünyanın en iğrenç insanı da olsa hakkıdır.

Herkes sıkıntılardan geçer, başkalarınca önemli ya da önemsiz görünen dertlerle boğuşur ama ne yazık ki bazıları var ki onlar gerçekten çok daha fazlasına göğüs germek zorunda. Ve ne yazık ki gerçekten çok istesek de istediğimize kavuşamayabiliyoruz. Ben "Hayırlısı" "Kısmet" gibi yapmacık sözlerden hoşlanmam, kuru bir kadercilik, sırf teselli etmek için sarf edilen sözler ne yazık ki moral de vermiyor, durumu da düzeltmiyor.

Kısacası dönüp dolaşıp aynı noktaya varıyoruz. Hayattan adil olmasını bekleme, sadece içinde bulunduğun anın tadını çıkarmaya bak, ne kadar koruyabileceğin meçhul zira...

28 Haziran 2011 Salı

Hepi Börtdey Tu Mi!

Yok lan benim doğumgünüsüm (doğumgünüsü diyen insanlar da var yav) değil ama bilogcağğzımın doğumgünü. Bu blogu açalı tam bir yıl olmuş ve ben ancak günün bitime 20 dk kala aydım ve bu yazıyı yazmaya başladım^^ Bu yüzden tırt bir yazı olacak, demedi demeyin.

Malum bu ikinci blogum, zaten 1 buçuk yıllık bir blogum da var, bu yüzden ihmal ettim, bu bir yılda pek bir şey yazamadım. Hatta bunun ardından da bir hikaye blogu açtığım içün toplamda 3 blogum oluyor ve yazmam hayli güçleşiyor.

Yine de blogum 2 yaşından gün aldığına göre ben de hain planlar yapmaya başlayabilirim. Takipte kalın zira artık daha bol yaziciim.

Yeni yazılarda görüşmek üzere...

22 Nisan 2011 Cuma

Me & Murphy



Bu yazıda size en sevdiğim arkadaşım, biricik kankam Murphy'den bahsedeceğim.
Yok, tabi ki bahsedeceğim Murphy hepimizin tanıdığı şu kanunlarla başımıza bela olan zat-ı muhteremdir.
Türk insanı olarak daha önce bu durumlarda "Aklıma gelen başıma gelir." der işin içinden çıkardık, ancak artık Murphy olduğuna göre bu söze gerek kalmadı.

Murphy bu kanunları yazarak ne kendi için ne de bizim için hayırlı bir şey yapmıştır. Bizler başımıza gelen her pisliğin suçunu tabiat anaya değil Murphy'e atarız o da mezarında huzursuz uykusunda döner durur.

Kendileri dün de benimleydi, bütün günüm Murphy aşağı Murphy yukarı öyle geçti. Bırakın mezarında ters dönmeyi sayemde taklalar, parendeler atmış olabilir. Dün başıma açtığı terslikler aşağıdadır.

İlk olarak Çarşamba gecesi uyumak üzereyken telefonumun karnı guruldadı (batarya bitiş uyarısı). Tam da dalmak üzereyim, dedim şunu şarja takayım yoksa yarın alarm çalmaz ben de işe gidemem. Ancak ben daha bunları düşünürken uyuyakalmışım bile.
Bu tür huzursuz uykulara daldığımda genelde kendiliğimden uyanırım, bu kez de öyle oldu. 8 buçukta uyanmam gerekirken 7de açtım gözleri. Tekrar uyumadan önce aklıma yine telefonun kapanmış olabileceği ihtimali gelse de hemen uyumuşum.

Ardından 9da uyandım tabi ki, koşturarak evden çıktım. Durakta 169 bekliyorum, baktım bir ara 8 geliyor. Lan dedim uyku sersemi yanlış otobüse binmeyeyim. Nitekim bir sonraki otobüs de 8'di (başka zaman bekleseniz gelmeyen otobüsün 2 kez arka arkaya geçmesi?) ve ben bir güzel 169 sanarak bindim. Hatta "9 Eylül Rektörlük'ten geçer mi?" diye soran gariban bir kıza da "Geçer" dedim.

Otobüs başka yola sapınca uyandım, kıza alelacele inerken "Geçmez bu yanlış yanlış" deyu geveledim, kız saf saf bana baktı. Bense inip hemen taksiye bindim artık.

Dersimin başlamasına 15 dk kalmış, karnım aç ve ne yapıcam, ne anlatıcam hazır değil, fotokopiler çekilmemiş. Her zamanki seyyar gevrekçiye yöneldim. Yürürken aklıma gelen şu oldu: "Lan bu adamdan aylardır gevrek alırım, hiç muhabbetimiz yok selamlaşma dışında. Bugün konuşacağı tutmasın." Ve doğru bildiniz, aylardır ağzını açmayan adam tam acelem olan gün soru bombardımanına tuttu. Kendisine öyle soğuk cevaplar verdim ki, bir daha konuşmaya kalkacağını sanmam.

Ardından sabah sınıfını atlattım, öğle sınıfı başlamadan 1 saat aramda yemek yemem ve sınav hazırlamam gerek. Bilgisayarda alelacele sınavla boğuşurken umarım bir şey çıkmaz da hallederim diyorum. Ancak bahtsız bedeviliğim devam ediyor ve dersini unutan mal iş arkadaşım yüzünden iş bana düşüyor.

Bu kabus gün eve dönerken aynı saatte ve durakta daha önce hiç beklemek zorunda kalmadığım 169'u da yarım saat beklediğim kayıtlara geçsin pls.

Alacağın olsun Murphy dude. Alacağın olsun zaten daha önceden de nefret ettiğim boşalamayan(!) otobüs 169.